Ana Sayfa Arama
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

    Bölüm 1: Toprağa Ekilen Hayatlar

    Bu seride yer alan

    Bu seride yer alan bütün hikayeler, gerekli eğitim verilen emekli öğretmenler N. Çiftçi, H. H. Tuna ve N. Çalıkoğlu tarafından sahada derlenmiş olup, tarafımca yorumlanarak sunulmaktadır.

    Bu yazı dizisi, Mersin’in farklı semtlerinde yaşamış ve yaşamlarından kesitleri gizlilik şartıyla yönlendirdiğim N. Çiftçi, H. H. Tuna ve N. Çalıkoğlu kardeşlerimizle paylaşan cesur analarımızın gerçek hikayelerinden derlenerek kurgusal unsurlarla zenginleştirilmiştir. Anlatılanların kişi ve yerlerle bağdaştırılmaması, bu güveni bize bağışlayan tüm değerli annelerimizi korumak adına son derece önemlidir.

    Şehrin unutulmuş bir zaman sayfasında, henüz on yedi baharını tamamlamamış bir güldü o. Rüyaları değil, erken yaşta evlilik gerçeğini taşıyordu yükünü. Babasının “vekilliği”, hayatının geri kalanını belirleyen tek söz oldu; okul değerleriyle değil, yokluk değeriyle tanıştı. Okuma yazma bilmezdi, belki de hayatın ona yazdığı en ağır satırları, alnının teriyle okudu. Evlendi. Gelin olduğu ev, kendi evi değildi. Kaynanasının, görümcesinin, kimi zaman da kendi annesinin evinde, bir köşeye sığınarak geçirdi günlerini. Misafir gibi hissetmek değil de sürekli bir aidiyet arayışı yoruyordu ruhunu.

    İlk yılın sonunda, hayat ona bir çift müjde, bir çift yük getirdi: İkizler. On sekizine basmadan iki bebeğin anası olmuştu. Ama yoksulluk, sinsi bir gölge gibi, o ilk neşeyi takip ediyordu. Bebeklerin kundağı için bez, maması için süt bulmak, gündelik bir savaştı. Bir yıl geçmeden, ikizin teki olan kızı, bu dünyaya tutunamadı. Hayat, ona ilk dersini, en acı şekliyle, bir evlat kaybıyla veriyordu. Ağlayacak, isyan edecek hali yoktu. Gözyaşlarını, geride kalan bir bebeğin bezini yıkadığı suya karıştırdı. Çünkü hayat durmuyordu; geride kalan bir bebek, onun çalışmasını gerektiriyordu.

    Gerçek evi, kavurucu güneşin altındaki pamuk tarlalarıydı artık. Bebeklerini alır, onları, bir çuval bezden yaptığı minik bir gölgeliğe yatırır, beyaz pamuk tanelerini toplardı. Sırtı ağrıdığında doğrulur, uzaklara, bebeğinin olduğu yere bakardı. Her pamuk çiğidi, bir lokma ekmek, bebeğine bir yudum süt demekti. Tarlanın ince tozu, bebeğinin yumuşak yanaklarına yapışır, rüzgârın uğultusuyla bebeğinin ninnisiz ağlama sesi birbirine karışırdı. Akşamüstü, sırtında bir torba pamuk, kucağında uyumuş bir bebek, yorgun bacaklarıyla “misafir” olduğu eve dönerdi. Orada, bebeğini yıkayacak, kendi yıkanacak, bir yandan da evin günlük işlerine -yerleri silmek, ocakta yemek karıştırmak, çamaşırları asmak- koşacak gücü bulmaya çalışırdı.

    Elleri, pamuğun dikenleriyle yırtılır, sonra soğuk su ve sabunla yeniden yıkanır, her yıkama suyuyla biraz daha sertleşirdi.

    Hamile olduğunu, “canının bir şey istememesi, kusmaması ve ay hali olmamasından” anlıyordu. Bu, bedeninin ona verdiği en sade, en yalın sinyaldi. Doktor, ebe, hastane… Bunlar, onun gerçekliğinin uzağında, başka bir dünyanın lüksleriydi. Onun gerçekliği, bir sonraki öğünü ve bebeğinin temiz bezini bulmaktı. İlk evlat acısı… Pamuk tarlasında bıraktığı o küçük kız… Hayat, daha ilk perdeden ne kadar ağır bir oyun oynayacağını göstermişti. Ama o, sevecen yüreğini asla kaybetmedi. Ailesi için, hayata kalan bebeği için direndi. İsyan etmedi, sadece çalıştı. Çünkü yuvası, o akarsu damlı evler değil, yüreğinin ta kendisiydi.