Ana Sayfa Arama
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

    Bölüm 2: Ciğer Lekesi ve Akarsu Damlı Yuva

    İkinci doğumundan sonra nihayet

    İkinci doğumundan sonra nihayet bir “ev”leri oldu: tek odalı, çukur bir yer. Dört duvar ve akan bir dam. Yağmur yağdığında damı şarıltıyla akar, yerden nem yükselirdi. Zemindeki çamur, kurusa bile, evin içinde ağır, toprağımsı bir koku bırakırdı. O, bu kokunun içinde, damdan sızan suları kovalarla toplamakla, çamaşır yıkamak için kuyudan su taşımakla geçirdi günlerini.

    Temizlik, onun için bir tutku değil, çocuklarını hastalıktan, nemden, o ağır havadan korumanın bir yoluydu. Sabahın ilk ışıklarıyla kovaları doldurur, akşamın son ışıkları sönene kadar o suyu kullanırdı. Ve çocuklar ardı ardına geldi. İkiz oğulları oldu. On beş günlükken, yine ikizin teki hayata tutunamadı. Kayıp, bir kâbus gibi tekrarlanıyordu. Ama hayat, acımasız bir hızla devam ediyor, iki senede bir yeni bir hamilelik, yeni bir doğum kapıyı çalıyordu. Her yeni nefes, aynı zamanda yeni bir endişe, yeni bir mücadele demekti.

    Kalabalık aile, yokluk demekti. Komşular, giysi, bez, bir kap yemek, bazen bir parça sabun vererek bu yokluğu bir nebze olsun gidermeye çalışırdı. Bu yardımlar, onurlarına dokunsa da çocuklarının karnı daha ağırdı. Fakirliğin en acımasız yüzü, hamilelik anlarında ortaya çıkardı. “Canının istediği” şeyler, erişilmez bir hayal gibiydi. Rüyalarına giren o lezzetler, uyandığında sadece boş bir mide ve büyüyen bir özlem olarak kalırdı.

    Bir bebeğinde canı ciğer çekti. Etin en hasını, en leziz halini hayal etti. Ama yiyemedi. Belki de o özlem o kadar güçlüydü ki, farkında olmadan, o hasreti, karnındaki bebeğin sırtına sürmüş gibi, bebek “ciğer lekesi” ile doğdu. Diğer bir bebekte canı üzüm çekti, o tatlı, sulu meyveyi hayal etti; yiyemedi; bebeğin sırtında “üzüm lekesi” belirdi. Bir başkasında kiraz… Bu lekeler, bir efsane değil, bir annenin yiyemediği özlemlerinin, evladının tenine vurulan mühürleriydi. Onun gerçekliğinde, ciğer, üzüm, kiraz değil; açlık, yokluk ve büyük bir sabırdı.

    Doğumlar, bir hastane macerası değildi. Evde, kendi kendine baş edilmesi gereken bir sınavdı. Bir bohçanın içine titizlikle katlanmış temiz bebek giysileri, yeni bir jilet ve o jileti dezenfekte etmek için bir kutu kibrit koyardı. Beş bebeği, bu jiletle, kendi elleriyle kestiği göbek bağlarıyla, hiçbir tıbbi müdahale olmadan dünyaya getirdi. Diğer beş bebek de mahalledeki “aralık ebesi” denilen, parasız, yardımsever kadınların ellerinde doğdu. Onlar da aynı jilet ve kibrit ritüelini uygular, karşılığında evde ne varsa-bir parça sabun, bir avuç şeker, bir kâse darı, belki bir fincan kahve alırlardı. Bu bir alışverişten öte, kadın dayanışmasının en somut halıydı.